top of page
Yazarın fotoğrafıMusa Gülyazı

2 TAKVALI MERKEZLER

Kur'an#Ayet#meal#sure#takva#beyin#hac#basiret#kalp#işitme#fuad#basar#sema#

İlk bölümde "sadr" kavramı merkezinde Kur'an'daki beyin ile ilgili bazı ayetlerden bahsettik. Ve bu çerçevede akışa uygun olarak ayetlerin bizi yönlendirdiği şekilde devam edeceğiz. İlk bölüm olan "Kur'an neden beyinden bahsetmiyor" isimli bölüm okunduktan sonra bu yazı ile ancak bütündeki anlatıma ulaşılabilir. Bir hatırlatmayla başlayayım. Bu bölümlerin içeriği Non-teist bir soruya cevap olarak Kur'an'daki beyin ile ilgili kavram ve ayetleri araştırmak-ortaya koymak amacıyla şekilleniyor. Cevap olarak bulduğumuz ayetlerden olan Hac suresi 46. ayette ki "sudurların içindeki o kalpler= beyinlerin içindeki o merkezler" kullanımı çoğul bir kullanım. Bu merkezler 3 ten az olmamalı. Cevabımızı beyan etmek adına bu merkezlerin hepsine dair bir arayışımız olacak. Bunlardan ilkini "basar ile görme= görme merkezi= oksipital lob olarak ilk bölümde işledik. Bu bölümdeki amacım "basiret kavramı ya da Kur'an'daki görme kavramı" olmadığı için bu konuda derinleşmeden ilgili ayetleri takip ederek diğer merkezlere geçeceğiz. Öncelikle Hac suresi 46. ayeti tekrar hatırlayalım:

Hac 46: Yeryüzünde hiç yolculuk etmediler mi? Onlara kalpler oldu; ki onunla aklederler veya kulaklar; ki onunla işitirler. Zira kör olan o basiretler; gözler değildir kör olan o başların içinde: beyinlerde bulunan "el kulubu; o merkezlerdir."


46. Ayette “marife” yani “belirlilik takısı” ile gelen “kalpler; merkezler” Hac suresi 32. ayette de belirli olarak kullanılmış. Aynı sure içerisinde 46. ayetteki “kör olan merkezler” ile “32. ayetteki “takvalı davranan merkezler” belirli olarak kullanıldıkları için “birbirlerine atıfta bulunan aynı şeyler” olmalı.


Hac 32: Ve kim Allah’ın “şearlarına” bütünüyle saygı gösterip bilincinde kemikleştirir ise şüphesiz bu “el kulubi; o merkezlerin ” “takvasından; önlem alarak korumasındandır”.


Ayette konumuz olan merkezlerin "takvasına" vurgu yapılıyor. O halde bizde ilk olarak takva kavramını inceleyelim;

Vav-kaf-ye: Bir nesneyi kendisine rahatsızlık ve zarar verecek şeylerden korumak, nefsi korku duyulan şeye karşı koruma içine almak. (1)

Vika: Katı kaptır. Via’ ise yumuşak kaptır. Dağlarda yağmurdan ve vahşi hayvanlardan korunmak için taştan örülen sığınak, kulübe demektir. Vikaye etmek bir şeyi korumak için koruyucu kaba koymaktır. İttika kendi kendini korunacak yere koymak, sokmak anlamına gelir. Takva, vikaye mastarının mastar ismidir. Daha çok meçhul fiile mastar olur. (2)


Kelimenin kök anlamında koruma, korunma eylemi var. Dışarda doğadan veya başka canlılardan gelebilecek olan zararlara, rahatsızlığa karşı korunabilmek için yapılan şeyler bu kökten isim almışlar. Yani bir şeyin korunmasını ona zarar, ziyan gelmemesini sağlamak için yapılan herşeyi bu kavramın köküyle anlayabiliriz. Yine örneklerimizde kökün kendi tanımlarını kullanalım. Dağcılık yapmak için bir arkadaş grubu ile bir dağa tırmandınız. Vakit ilerledi ve geceyi o dağda geçireceksiniz. Havaya şöyle bir bakış attınız ve bulunduğunuz yerin iklim özellikleri sebebiyle yağmur yağabileceğini tahmin ettiniz. İşte yağmurdan, soğuktan ve dağdaki vahşi hayvanlardan korunmak için o gece o dağda sabahladığınız “sığınağınız” sizin “vika” nız. Yağmuru ve vahşi hayvan tehlikesini öngörerek bu tehlikeye karşı önlem olarak sığınağı yapmanız ise “takvalı davranmanız” oluyor.


"Nefsi korku duyulan şeye karşı koruma içine almak" tanımına da bir örnek verelim. Birinci derecede bir deprem bölgesinde oturuyorsunuz. Oturduğunuz şehir yakın tarihinde ki yıkımlarla bilinen bir yer. Siz de doğal olarak olası bir depremde evinizin yıkılmasından korkuyorsunuz. Yani nefsiniz "depremde can vermekten" korkuyor. Bu korkuya karşı "kendinizi koruma içine almanız" gerekiyor. Oturduğunuz binayı depreme karşı dayanıklı hale getirecek güçlendirme çalışmalarını yaptırabilir ve olası depremde nasıl davranacağınız konusunda bilinçlenirseniz veya deprem olmadan yıkıcı deprem riski olmayan bir yere taşınırsanız aldığınız bu önlemler ile "nefsinizi deprem korkusuna karşı korumaya almış" olursunuz. Yani bu konuda "muttaki" olursunuz.


NUH 1: Şüphesiz biz şartlar oluştuğunda Nuh'u kavmine gönderdik. Ki elim bir azap onlara ulaşmadan önce olacakları öngörerek onları uyarsın.

2: Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin için açığa çıkartan bir uyarıcıyım.

3: Allah'a kulluk edin, "önleminizi O'ndan alın" ve bana da güzelce itaat edin.


Takva kavramının Nuh suresinde, Şuara suresinde ve yine başka ayetlerde büyük çoğunluğu nebilerin ağzından olan bir kullanımı var. Ve meallerde bu kullanımı “Allah'tan korkun veya Allah için takva sahibi olun" şeklinde görüyoruz. Fakat anlam bu değil. Kur’an'da benim gördüğüm; Rab kendisinden korkulmasından ziyade kelimenin kök anlamını tam olarak karşılayacak şekilde “kulların önlem alırken kendisine başvurmalarını istemesidir”. Nuh nebi kavmine Rabbinin emriyle gidiyor. Onlara "sizi kuşatacak, şiddetli sıkıntı ve acı verecek olan bir azap size yaklaşıyor" diyerek uyarıda bulunuyor. Bu konudaki Rabbinden edindiği "öngörüyü" onlara bildiriyor. Ve "Allah'a kulluk edin ve bu söylediklerime karşı önleminizi de Allah'tan alın" diyor. Yani "O'nun indirdiği size öğrettiği şeylerle önleminizi alın." Nuh nebinin kıssasının diğer bölümlerinden biliyoruz ki onlara isabet eden "tufandan" kurtulmak için Nuh nebinin oğlu dağa sığınıyordu. Yani Allah'ın bu musibetten çıkış yolu olarak o kavme Nuh ile ilettiklerini yapmak yani önlemini Allah'tan almak yerine çözümü dağda buluyordu. Aslında takvalı davranıyor yani "tufan" tehlikesine karşı önlem alıyordu. Önlemi ise dağa sığınmaktı. Fakat önlemini Allah'tan almadığı için "boğulanlardan" oldu. Eğer Rabbin emri üzerine kendilerine zarar verecek olan "tufana" karşı korunma yolu olarak Allah'ın tavsiye ettiğini gerçekleştirseydi yani takvasını, önlemini Allah'tan alsaydı; dağa sığınmak yerine "gemiye" binseydi oda babası gibi "tufanı" “Allah'ın koruması altında" atlatacaktı.


Takva kavramı Kur'an'da kendisine çokça yer buluyor. Yine adetim üzere kavramdan anladığımı ifade edecek kadar ayete değindim. Şimdi asıl konumuz olan Hac suresi 32. ayete biraz daha öncesiyle bakalım;


Hac 26: Hani İbrahim'e "el beytin" bulunduğu yeri "bana hiçbir şeyle şirk koşmasın, ve "beytimi" tavaf edenler, kıyam edenler ve "secde halinde rüku edenler" için temizlesin" diye uygun halde düzenlemiştik.

27: İnsanlara haccı işittir. Yaya olarak, bütün derin ve uzak vadilerden gelen yürümekten zayıflamış hayvanların üzerinde sana gelsinler.

28: Kendilerini hayra ulaştıracak şeylere şahit olmaları ve "behimetül enamdan" onlara rızık olarak verilen şeyler üzerine bilinen günlerde "Allah'ın ismini zikretmeleri" için. Onlardan eklediniz ve zor şartlarda olan fakire de yedirin.

29: Sonra "kirlerinden" kurtulsunlar, vaad verdikleri sözü tamamlasınlar ve "eski beyti" tavaf etsinler.

30: Böyle yapılmalıdır. Kim Allah'ın yasak ettiğine bütünüyle saygı gösterip kemikleştirirse işte bu Rabbinin yanında kendisi için hayırlıdır. Size adım adım takip ettirilenler dışındaki "enamlar" sizin için helaldir. Artık kendinizce kutsal saydığınız taşların pisliğinden kaçının. "Yalan sözden" kaçının.

31: Bunu O'na şirk koşarak değil "hanifler" olarak yapın. Kim Allah'a "şirk koşarsa" o gökten düşmüş de kuş kendisini kapıyor veya rüzgar onu ufalayarak uzak bir mekana kaldırıp atıyor gibidir.

32: Ve kim Allah’ın “şearlarına” bütünüyle saygı gösterip bilincinde kemikleştirir ise şüphesiz bu “el kulubihim; o merkezlerin takvasından; önlem alarak korumasındandır”.


Şin ayn ra; Şear; Kıl, kıl kadar ince bir şeye isabet etmek gibi çok değerli bir bilgi, böyle ince bilgiye sahip olan; şair, böyle ince bilginin yazıldığı; şiir, beş duyuya açık olan işaret, beş duyu ile oluşan; şuur-bilinç, arpa tohumu, şira yıldızı (3)


Hac esnasında, Kur'an inmeden önce de yapılan bazı uygulamalar var. Rabbimiz Hac suresinin daha önceki ayetlerinde anlattığı bu şeyleri Allah'ın şearları olarak tanımlıyor. "Şear" kavramı ayet özelinde beş duyuya açık olan işaretler anlamında kullanılıyor. Tavaf edilen "eski beyt" ve deve, inek gibi hayvanların hepsi "el hacca" gelen bütün insanların gözleriyle gördüğü, kulakları ile işittiği, kokladığı, veya dokunduğu şeyler. Bu bölüme kadar gözler ve beyindeki görme merkezinden bahsettik. Ve 32. ayette de Allah'ın şear; beş duyuya açık olan bu işaretlerini bilinçte yerleşmesinin ancak "o merkezlerin önlem almasıyla" gerçekleştiğini görüyoruz. Yani bu ayette de o merkezlerin " "beş duyu ile algılanan" işaretleri "bilince bir bütün olarak sahiplenmeyi yerleştirmeyi yaptıklarını görüyoruz." "Burada ifade edeyim 3 tane olan bu merkezlerden diğerleri de 5 duyuyu bütünleştiren beyin bölgesi, lobu olarak parietal lob, "işitme merkezi, hafıza merkezi olarak da temporal lobu" ifade ediyor.


Rabbimiz Hac suresinin 26. ayetinde İbrahim nebinin “el beyti” şirkden arınmış olarak düzenlemesini anlatıyor. Sonrasında “el hacca" çağrı yapılmasıyla oraya gelen insanların nasıl davranacakları, yine “enam” kelimesi ile helal ve haram kılınan hayvanlar ve “tavaf” hakkında Allah’ın “şearlarını” yani “ beş duyu ile algılanan "el haccın" şuurda yer eden işaretlerini” (3) bildiriyor. Tavaf edilmesi gereken eski beyt, orada kesilen deve, inek , koyun, keçi gibi hayvanların hepsi; görme, işitme, koklama, dokunma gibi beş duyuya açık olan "el haccın" kolayca hatırda tutulan bilince; şuura yerleşen sembolleri. Ve Hac kavramı ile bütünleşen bu uygulamaları müşrik olarak değil "hanif" olarak yapın diyor. Sakınılması, yapılmaması gereken haramlardan, kaçınılması gereken şirkten; bu konuda Allah'ın emrettiği önlemlerden bahsediyor. Tersinden de kendilerini hayra ulaştıracak şeylere bizzat orada bulunarak tanık olmalarını ve Allah’ın zikrine ulaşmalarını emrediyor. Ve bütün bunlardan sonra 32. Ayette de hangi akıl sahibi Allah’ın şearlarını; bu işaretlerin, sembollerin içerdiği kuralları davranış biçimini, bakış açısını kendi bilincinde kemikleşircesine yerleştirir, sahiplenir ise işte bu o insandaki “o merkezlerin takvası; önlem almasıyladır” diyor. Yani gözler ile görülen, kulaklar ile duyulan yine diğer duyular ile algılanan bu Allah'ın işaretleri sayesinde beyindeki görme merkezi olan oksipital lob, işitme merkezi olan temporal lob ve "şear; işaret kelimesi ile öğrendiğimiz beş duyunun işlendiği merkez olan parietal lob ile kişi böylelikle "takvalı davranıyor; önlem alarak korunuyor." İlk bölümde görme lobunun "basiret etme yeteneğine de" değinmiş ve bu ifadelerin sadece fiziksel olarak bu duyuların çalışmasından bahsetmediğini fark etmiştik. Her iki ayeti birleştirdiğimizde bu merkezlerin "basiret etme, işitme, takvalı davranma, akletme" yeteneklerinin tamamı için adres gösterildiğini görüyoruz. Kısacası Kur'an görme, işitme, beş duyuyu işleme, akletme ve önlem alma" gibi kavramların temeline "beyinlerin içindeki o merkezler" ifadesini yerleştiriyor.



(Odak noktamız oksipital, temporal ve parietal loblar. İstediğiniz an geniş bilgiye sahip olabileceğiniz beynimiz için kaynak olarak bu bölümde sadece bu görseli kullanacağım. Bölümler ilerledikçe ayrıntılı bilgilere gireceğiz.)


Yani “el haccın" beş duyuya açık olan işaretleri olan "eski beyti tavaf" ve enam; koyun, keçi, inek, deve gibi hayvanları, haccın asıl işlevi olarak “beyindeki duyma merkezi ile işittikleri Allah’ın ayetleri” ve “beyindeki görme merkezi ile şahit oldukları bu Allah’ın işaretleri/sembolleri” ile o kullar ancak “takvalı davranır: şirke bulaşmadan bu görevi yerine getirmek için önlem alır” ve böylece ancak o “işaretler, semboller bilinçte kemikleşircesine yer edinirler.” Bu ifadeler 5 duyu organın her insan için sabit olan işlevleri ile birlikte bu yolla aynı zamanda bu organların beyinde bağlı olduğu merkezlerin işlevlerini anlatıyor. Beyindeki bu merkezler ile vahyi işitiyor, gerçeği basiret ediyor, aklediyor, takvalı davranabiliyoruz. Beyindeki bu merkezlerini kullan(a)mayan kullar ise hakikate şahitlik edemeyen ve 46. Ayette anlatılan “beyindeki merkezleri kör olan” kullar oluyorlar.

Rabbimiz farklı ayetlerde de hakikate şahit olamayan kullar için “kör, sağır, dilsiz” gibi sıfatları kullanıyor. Lakin bahsedilen kulların hiçbirinin gerçekten kör veya sağır olduğunu düşünmeyiz. (Kur'an aynı organ ve merkezlerden yansıyan bu iki yönlü yetilerin ayrımını kusursuz bir şekilde ifade ediyor. Bunların tamamı bu bölümlerin konusu ve adım adım nasip olursa anlamaya-anlatmaya çalışacağım) Bu yüzdendir ki etrafımızda gördüğümüz görme veya işitme engelli bir insana “kafir” demeyiz. Duymak başka şeydir, işitmek başka bir şey. Görmek başka bir şeydir, basireti ile fark etmek başka bir şey. Kur’an’ın bütününe baktığımızda asıl körlüğün Allah’ın ayetlerini görmezden gelen, hakikati fark edemeyen kullar için kullanıldığını görürüz. Allah’ın ayetlerine sağır kesilenlerin duydukları halde “işitmediklerine” şahit oluruz. İşte bu yüzden kulaklar sadece duymaya yarar. Vahyi İşitmek için “sudurlardaki işitme merkezine” ihtiyaç vardır. Gözler sadece görme için bir aracıdır, “basireti ile hakikati görmek için beyinlerdeki görme merkezine ihtiyaç vardır. Parietal lobda duyulardan gelen bütün bu bilgiler işlenir ve şuura iletilerek hakka şahitlik edilir. Takva sahibi olmak da akıl edebilmek de ancak bu merkezler ile zuhur eden kavramlardır. Tabi ki bu kadar geniş kavramların işlendiği ayetler bu kadarla sınırlı değil. Ve bizde şuan her merkez için birebir bir eşleştirme yapmıyoruz. Sadece Kur'an'daki "beyni beyan eden göstergeleri" takip ediyoruz. Kur'an "sem'a, basar ve fuad" kavramları ile yine "kör, sağır, dilsiz" kavramları ile ve "akletme, takvalı davranma" kavramları ile de "beyinden" ve "kalpten" bahsediyor. Yani Kur'an bırakın beyinden bahsetmeyi beynin haritasını veriyor, detaylandırıyor, onu açığa çıkartıyor. Ve bunlar sadece benim fark ettiğimi zannettiğim ayetler.


Burada Non-teist bir soruya olan cevabımızı şimdilik bitirelim. Kur'an ayetlerini temel alarak "beyni" inşaAllah diğer bölümlerde incelemeye devam edeceğiz...




Kaynakça

1: Ragıp El isfahani Müfredat Yusuf Türker Çevirisi S: 1567

3: Ragıp El isfahani Müfredat Yusuf Türker Çevirisi S: 797








bottom of page