Riba#faiz#Kur'an#meal#tefsir#tepe#
Meallerde "faiz" olarak çevrilen kelimenin anlam dağarcığını ilgili ayetler ışığında incelemeye çalışacağız. Kelime özelinde yapılan çalışmalarda doğru inceleme yönteminin iniş sırasının gözetilerek yapılması olduğunu düşünüyorum. Kavramın kök anlamlarını görüp sonrasında kronolojik olarak inceleyelim;
Ra-be-Vav; Tepe, yüksekte olan tepe, beslenip büyütülen, yetiştirilen bir şeyin büyüyüp artması, artma, yükselme, riba; belirli bir artış (1)
Şuara 18: Firavun şöyle söyledi; Seni "kendi içimizde doğan" gibi besleyip büyütmedik mi? Ömründen senelerce aramızda kalmadın mı?
Musa nebinin kıssasını anlatan ayetlerden bir bölüm. Musa nebi ve kardeşi Harun Rabbimizin emriyle "zalim kavme" gidiyor ve liderleri olan Firavuna Alemlerin Rabbinin mesajını iletiyorlar. Cevap olarak ise Firavun Musa'ya serzenişte bulunuyor. Kıssanın diğer ayetlerinden bildiğimiz üzere Musa nebi Firavun ailesi tarafından "evlatlık" olarak büyütülüyor. Çocuk olarak çevrilen "Veled" kelimesi "doğan" demektir. "Çocuk doğurmak" için Kur'an'da "vav dad ayn" kökü kullanılıyor. (2) Bu durum farklı bir kökten gelen "veled" kelimesine; "sadece doğan çocuğu ifade eder" şeklinde bir genelleme yapmamıza engel oluyor. Çünkü Rabbimiz bir annenin çocuk doğurması için farklı bir kök, kelime kullanıyor ise biz "veled" kavramının köküne, temeline "doğan çocuk" anlamını koyamayız. Doğru yaklaşım veled kökünün "doğan, ürün olarak ortaya çıkan şey" olmasıdır. Bebekte bu bakış açısı ile bir tür ürün olduğu anne ve babanın birlikteliğinden doğan, ortaya çıkan şey olduğu için "veled" kavramı ile ifade edilmiştir. Rabbimiz sadece annenin tek başına doğurduğu şey olarak farklı bir kök kullanması sebebiyle, bence bu kökün temelinde olan, diğer yan anlamlara esas teşkil eden şey; iki veya daha fazla şeyin birlikteliğinden ortaya "yeni bir ürünün çıkması, yeni bir şeyin doğmasıdır." Bu yüzden ayette Firavunun Musa'ya olan sitemi bazı kaynaklarda gördüğüm gibi sadece ona süt vermek, onun beden olarak fiziki gelişimini sağlamak, beslemek konularında değildir. Ki Musa nebi öz annesinin sütü ile beslenmiştir. Bu durum gerçekleşmeye devam ederken aynı anda bir taraftan da o bebek; içinde bulunduğu koşullardan sosyal ve psikolojik anlamda da beslenir. Sarayda doğan bir çocuk ile halkın arasında doğan bir çocuğun içinde bulunduğu fiziksel koşullar, sahip olduğu imkanlar elbette birbirinden çok farklıdır. Sarayda en sağlıklı koşullarda her yönden maksimum yeterlilik ile; bir bebek beslenip büyüyebilir. Sıradan bir ailede ise bütün bu koşullar ailenin sahip olduğu sosyal statü ve gelir durumuna bağlıdır. Firavunun Musa'ya "içimizde doğan biri" derken "veled" kavramının kullanılması ebeveynlerin sağladığı bu somut bakım koşulları ile birlikte aynı zamanda "soyut" koşulları da kapsar. Yani Firavun kendi düşünce yapısı, inançları, sosyal, ekonomik ve kültürel yapılanmasına dahil olan kavminin diğer bütün fertleri gibi seni de bu örf, bu kalıp ile yetiştirdik diyor. Sen de aynı ortamın içerisine doğdun. Bu yüzden Musa'ya serzenişte bulunuyor. Daha bebekken kendi yapılanmasına dahil olan biri olarak Musa'ya yıllarca kendi görüşlerini, örfünü, adetlerini, inançlarını öğretmesine rağmen Musa'nın içinde büyüdüğü bu "yapılanmayı" sorgulaması, yetmezmiş gibi farklı argümanlarla ona meydan okumasını anlayamıyor. Buna tepki veriyor.
Bu bilgi ile şimdi konumuz olan kelimeye bakalım. Firavun seni içimizde doğan biri gibi "besleyip yetiştirmedik mi diyor". Konumuz olan bu kelimenin kök anlamlarında "tepe" kavramını görmüştük. Ancak yukarda Müfredattaki açıklamaya eklendiği gibi diğer bütün kaynaklarda da aynı şekilde " tepe" anlamının "yüksekte" olmasını ifade etmek için kullanıldığını görüyoruz. Coğrafi olarak tepeler etrafına nazaran daha üst bir konuma sahip olarak yükseklikleri ile beraber daha fazla yağış, daha fazla rüzgar veya nem, daha net bir görüş gibi getirilere sahiptirler. Bütün ayetlere baktığımızda "tepe" kavramının içerdiği "etrafına göre daha yüksekte olma" durumunun bu bakış açısıyla bu kelime ile ifade edildiğini anlıyoruz. Örneğin "tepe noktası" deriz. Bu tanım bence tam olarak kavramın kökünü tanımlıyor. Bu pozisyonda olduğu için etrafından "daha üst, yüksek bir konumun avantajlarına sahip olan bir "yükselmeyi, artışı, beslenip büyümeyi" ifade ediyor. Bu durum Musa nebinin durumu ile bire bir örtüşüyor. Firavunun "nurabbike" ifadesi ile anlıyoruz ki Musa Nebiye "Kavmin içerisindeki diğer herkese nazaran sen daha yüksek bir yerde, konumdaydın. Bu yüzden onların sahip olmadığı bir çok avantaja sen sahiptin. İhtiyacın olan her imkana sahiptin" diyor. Ve bir sonraki ayette de "buna rağmen o şeyin failisin" çünkü sen "küfredenlerdensin" diyor. Musa'nın sahip olduğu bu üst seviye imkanları kendinden bildiği için ona; bu kadar imkana, emeğe rağmen "o fiilin faili de sensin ve sen o kafirlerdensin" diyerek nankörlükle suçluyor.
Musa nebinin kıssasını inşaAllah başka bölümlerde derinlemesine inceleyeceğiz. Konumuz ile ilgili olan bir ayete daha bakalım. Firavunun bu sözlerine Musa nebi verdiği cevabın bir kısmında Şuara suresi 22. ayette "senin kendinden bildiğin, sahip olduğum nimetlerin, senin yanındayken içinde bulunduğum olanakların sebebi senin "İsrail oğullarını kul edinmendir" diyor. Yani; evet diğer insanlara nazaran daha fazla olanağa, gelire, yaşam standardına sahiptim. Çünkü sen İsrail oğullarını kendine kul edinerek bu imkanlara sahip olmuştun diyor. Kelimenin kök anlamını tam olarak açıklayan bir cevap veriyor Musa Nebi. Firavun toplumunun içerisinde "beni israili" kendisine kul edinerek "beni israli" aşağı, alçak, değersiz bir konumda kalmaya mecbur bırakıyor. Ve bu kulluğun neticesinde kendisi ve çevresinin sahib olduğu ve Musa'nın da içine doğduğu üst düzey gelir, üst düzey sosyal statü, neredeyse sınırsız olanakların yani Firavunun sahip olduğu "yüksek tepenin" sebebinin firavunun kendisi değil "kul edindiği beni israil" olduğunu söylüyor.
Şuara suresi 18. ayetteki "nurabbike" kullanımından "ra be vav" kökünün "yüksekte olma" anlamından hareketle "diğerlerine nazaran daha üst konumda olmak, fiziksel, sosyal, veya kültürel olarak daha üstün olmak, her konuda daha fazla imkana ve böylece daha fazla avantaja sahip olmak gibi anlamların olduğunu gördük. Kelimenin aynı formunun yine fiil olarak geçtiği iniş sırasına göre de 2. olan ayete bakalım;
İsra 24: O Rahmetten olan o düşkünlük kanadını onlar için indir. Ve şöyle söyle; "Rabbim ben aşağı, düşük bir konumdayken beni nasıl "besleyip, büyütüp, yetiştirdilerse" sende tıpkı bu şekilde onlara merhamet et"
Rabbimiz İsra suresi 23. ayette sadece kendisine kul olunmasını istiyor. Bizlerin doğumuna sebep olan "anne ve babamız" eğer yanımızda yaşlılık çağına beraber veya ayrı ayrı erişirler ise onlara nasıl davranacağımızı öğütlüyor. Sonrasında bu ayet geliyor. "İlk doğduğumuzda bulunduğumuz hali " "sagir" kelimesi ile açıklıyor. Kelime aşağı da alçak halde olan, düşük konumda bulunan, küçük olan gibi anlamları içeriyor. (3) Dışardan yardım almadan hiç bir ihtiyacımızı gideremediğimiz bir zaman dilimi. Nefes almak kendi kendimize yapabildiğimiz tek şey iken, bu kadar aciz bir durumda iken aşama aşama bir süreç dahilinde büyüyor, gelişiyoruz. Kendi ayaklarımız üzerinde duruyor, bütün ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılıyoruz. Beden olarak da zihin olarak da en düşük konumdan en yüksek çağımıza kadar gelişiyoruz. Ve ortalama 40 yaşına denk gelen bir "tepe noktasından" sonra tekrar zaman geri sarmaya başlıyor ve yine sahip olduğumuz bütün yetilerimiz, becerilerimiz, fazlalıklarımız hem bedenen hem de zihnen tekrar yavaş yavaş azalmaya, eksilmeye daha düşük bir duruma gelmeye başlıyor. Bu ana kadar ölmezsek ihtiyarlık, yaşlılık olan normal koşullarda ömrümüzün son çağına ulaşıyoruz. Ve bu dönem tıpkı doğumumuzla başlayan düşkün halimize bizi tekrar ulaştırıyor. Yeterince uzun olursa en başta olan hal olarak nefes almak yeniden kendi kendimize yapabildiğimiz tek şey oluyor. İşte bütün bu planlamada bebeklik ve düşkün yaşlılıkta olan kimsenin durumu aşağı, alçak bir konum bir yetersizlik olarak tanımlanırken bu durumda olanları "büyütüp yetiştirmek, beslemek, maddi manevi geliştirmek, onlara bu koşulları bu ortamı sağlamak" ise "kendilerine nazaran çok daha üst konumda olan, her konuda daha yetkin olan daha çok olanağa sahip olan" kimseler tarafından yapılıyor. Yani "sagir" olanlara bu filleri "daha yüksekte olan veya tepe noktasına ulaşmış ona daha yakın kimseler" yapıyor. Bu ayet özelinde bu kimseler anne ve babalar. Her yönden bakıma muhtaç olan, eksik olan evlatlarını her yönden tamamlamaya çalışıyorlar. Ve söylediğimiz gibi bu besleme, büyütme, yetiştirme ve böylelikle her konuda her yönden artmasını sağlamak sadece bedensel veya fiziksel düşünülemez. Bir anne babanın evladına verdiği yemeğin "helal mi? haram mı?" olduğu bile bunu çürütmeye yeter. Çünkü anne, baba ve evlat arasındaki hiçbir ilişki doğası gereği sadece somut anlamda düşünülemez. Biyolojik olarak anne ve baba olup olmamak bu durumu etkilemez. Bir "evlat" yani bir "ürün" olarak herhangi bir kişi yetişkinliğe ulaştığında kendisini oluşturan bütün soyut ve somut tanımların temelinde "annesinin ona kattıkları" yatar. Yine bütün nitelikleriyle onu bina eden kişi "babasıdır". Bu yüzden kökün incelediğimiz bu iki ayetteki kullanımı hem bedensel bakımı, yetiştirmeyi hem de ruhsal veya ahlaki anlamda da gelişmeyi, artmayı içerir. Rabbimiz İsra suresi 24. ayette anne babaya atfettiği bu bir bütün olarak daha yüksek bir konuma ulaşması, daha iyi olanaklara sahip olması, daha değerli olması için " yapılan bütün çabaları, işleri " ra be vav" kökü ile ifade ediyor. Aynı kelimeyi Firavun kullanarak Şuara suresi 18. ayet ile kavramının anlam kümesinin sadece biyolojik bir bağın yansıması olmadığını sosyal ve çevresel koşulları da kapsadığını gösteriyor. Musa nebiyi yine kendi öz annesinin emzirdiğini ve anne sütünün bir bebek için gerekli bütün ihtiyaçlarını karşıladığını düşünürsek Firavunun kastettiği şeyin Musa'nın sadece fiziksel anlamda gelişmesinden ziyade kökün sahip olduğu temel anlam olarak her bakımdan daha yüksek konumda olan daha yeterli imkanlar içeren daha üst bir mevkide Musa'yı yetiştirmiş olmasını ifade ediyor. 3. ayete geçelim;
Fussilet 39: O'nun göstergelerinden biri de şudur; Senin fark ettiğin o yeryüzünün "düşük, hakir" halidir. Üzerine yüksekten "o suyu" indirdiğimizde harekete geçti
ve "kabarıp, artıp, çoğaldı" Elbette ona hayat veren o ölülere de hayat verir. Kuşkusuz O her şey üzerine bir ölçü belirleyendir.
Ayette "düşük, hakir" olarak çevirdiğim kelimenin kökü olan "ha şin ayn" için Müfredatta "zelil, hakir, hor idi yada bu hale geldi." deniliyor. (4) Bunun yanı sıra hem Müfredatta hem de bazı kaynaklarda bu anlamın yanına bir de "alçak gönüllü olma, tevazu sahibi olma" gibi anlamlar kaydedilmiş. Ve buradan hareketle benim "düşük, hakir olma" çevirimi farklı kaynaklarda "boynu bükük" olarak görebilirsiniz. Bana göre en azından bu ayet için doğru bir ifade değil. Yeryüzüne gökten suyun inmediği zamanlarda, yani toprağın susuzluktan kuruduğu, herhangi bir şey üretemediği, fıtratını ortaya koyamadığı kısacası anlamını gerçekleştiremediği hali, ne kendisine ne başkalarına bir faydası olmadığı hali; düşük, değersiz, zelil bir durumdur.
Ki ayette bu sıfatın sahibi "el ard" olarak "o yeryüzü" yani üzerinde yaşadığımız yeryüzüdür. (Buradaki marife kullanım yeryüzün belli bir kısmı olarak da anlaşılabilir) Gökten suyun inmediği bir yerde bir süre sonra sadece toprak değil onunla beraber bütün hayvanlar, bitkiler, o yerde yaşayan bütün insanlar da zelil bir duruma gelir. Bu yüzdendir ki her sene yağan yağmurun miktarı "ana haberlerde" her daim en ön sıralara yerleşir. Rabbimiz gökten indirdiği "o su" ile sadece toprağa değil ölümünden sonra bütün yeryüzüne hayat verir. Elbette Alemlerin Rabbinin hayat verdiği bir yer diğer yerlere nazaran "yüksek bir tepe" gibi değerli ve üstündür. Tıpkı "o ölüler" ile "o dirilerin" durumu gibi.
O suyu "yüksekten indirdiğimizde" ifadesinin kaynağı ise "nun za lam" kökü. "Temelde yüksek bir yerden inmek" anlamına gelir. (5) Ki "o su" olan "yağmur" da gökten yani yüksekten aşağıya, yeryüzüne iner. Su; yüksek, değerli, üstün bir yerden ayetteki ifadeyle aşağı, zelil, daha değersiz olan yeryüzüne iner. Ve böylece zelil durumda olan o yeryüzü yağmurun beslediği toprak olarak önce titreşir harekete geçer ve yeterli miktarda suyu yüklenir ise de ikinci aşama olarak kabarır, hacmi artar, yani suyla şişer, çoğalır. (6) Yüksek, değerli, üstün bir yerden gelen suyun yeryüzüne olan ikramı ile düşük değersiz konumda olan "susuz toprak" artar, şişer ve böylece kıymetli hale gelir. Ve bütün yeryüzü de o toprağın ürünleri ile beslenir. Sonuç olarak toprakta ortaya çıkan bu "hacim olarak artma, çoğalma" anlamının derininde yine "yüksek bir yerden" "daha aşağıda alçak konumda olanın" "beslenmesi, faydalanması" yatıyor. Ki ayette yukarda ifade ettiğim gibi özne toprağı da içine alan "el ard" yani yeryüzüdür. Yağmur yağmasaydı yeryüzündeki denizlerden veya okyanuslardan da bahsedemezdik. Ayetin bana göre olması gereken mealini de paylaştıktan sonra diğer ayet ile devam edelim;
Fussilet 39: O'nun göstergelerinden biri de şudur; Senin fark ettiğin yeryüzünün "düşük, hakir" halidir. Üzerine yüksekten "o suyu" indirdiğimizde harekete geçti ve değerli, üstün, yüksek bir konuma geldi. Elbette ona hayat veren o ölülere de hayat verir. Kuşkusuz O her şey üzerine bir ölçü belirleyendir.
Nahl 91: Ahid verdiğiniz; belirli sözleri, ilkeleri her koşulda yerine getireceğinizi söylediğinizde; Allah'a olan sözünüzü, yükümlülüğünüzü tamamlayın; Allah'ı üzerinize kefil kılarak pekiştirdikten sonra "o sağ ellerinizdeki yeminden, karardan, sözden" vazgeçmeyin, bağı koparmayın. Şüphesiz Allah fiillerinizi belgelemektedir.
92: Bir toplumun üzerinde bulunduğu hali başka bir toplumdan "daha üstün, güçlü" olsun diye aranızda ortaklık ederek "sağ ellerinize; gücünüze, yetkinize, olanaklarınıza" tutunmayın. Örgüsünü kuvvetlice işledikten: "yapısı sağlam olarak bir araya geldikten" sonra tekrar eğirmek üzere bozup çözen: "bütünlüğünü, yapısını tekrar koparıp ayıran" ilmeklerini: "bir bütünün birbiriyle olan bağlarını, bağlantılarını koparan" gibi olmayın. Şüphesiz Allah bununla sizi "belalandırıyor." Kıyamet gününde hakkında ihtilaf ediyor olduğunuz şeyleri sizin için açığa çıkartacaktır.
93: Şayet Allah'ın seçimi bu yönde olsaydı hepinizi "vahid bir ümmet": "(bölünme, parçalanma kabul etmeyen) tek bir toplum" kılardı. Lakin seçimi doğrultusundaki akıl sahibini yanlış beklentilerle yanlış yollara yöneltir. Seçimi doğrultusundaki akıl sahibine de yol gösterir. Ve amel ediyor olduğunuz şeylerden muhakkak sorulacaksınız.
Bu ayet grubunda birbirinden farklı bir kaç kavram var. Ayetlerden anladığımı olabildiğince açık şekilde ifade etmeye çalıştım. Özellikle anlam bütünlüğü adına 3 ayetin bana göre mealini de paylaştım. Ayetlerin bütün mesajını aktarmaya çalışmayacağım. Çünkü üzerinde durulması gereken birden fazla kavramı aynı anda içeriyor. Adetimiz üzere konumuza odaklı olarak ayetleri inceleyeceğiz. Bir kişi herhangi bir konuda tek taraflı olarak bir söz verdiği veya söz aldığında bu ahde her koşulda sadık kalması gerektiğini Rabbimiz ayette bildiriyor. Bunun Allah'a olan bir yükümlülük olduğunu görüyoruz. Toplum olarak ise 92. ayette anlatılan zannımca 3 grup var. Birincisi ayetin muhatabı olarak biz veya bizim de dahil olduğumuz bir toplum. Bizim dışımızda 2 toplum, topluluk daha var. Ve bize dışımızdaki bu iki topluluktan biriyle sırf diğer topluluğa nazaran daha üstün, daha güçlü olsun diye 2 li bir ortaklık kurarak kendi gücümüzü, yetkimizi, olanaklarımızı diğer toplumun aleyhine kullanmamız yasaklanıyor. Rab bunu yapmayın diyor. İncelediğimiz kavramın bu ayetteki kullanımına ben "daha üstün, daha güçlü olması" olarak meal verdim. Diğer meallerdeki "sayıca daha fazla" anlamı bence uygun değil. Karşılaştırılan 2 toplum var. Ve 3. topluluk olarak biz bir taraf için kendi gücümüzü, olanaklarımızı yetkimizi kullanıyoruz. Örneğin Kıbrıs adasında aynı toprak parçasında iç içe, bir arada yaşayan 2 toplum olarak Türkler ve Rumlar var. 3. toplum olarak Yunanistan'ın veya başka bir ülkenin "sırf daha üstün, daha güçlü olsun diye" (buraya dikkat edelim başka bir sebep söylemiyor Rabbimiz) Rumlarla ortaklık kurarak bütün gücünü, yetkisini, imkanlarını Rumların lehine Türklerin aleyhine kullanmasını böyle bir işbirliğini yapmayın diyor ayet. Elbette tam tersi Türkiye için de geçerli. Böyle bir durumda bu toplumlardan birinin "sayıca artması çoğalması için başka bir toplumun desteğine ihtiyacı olmaz. Bu yüzden bu ayetteki "erba" kullanımı sayı olarak çoğalmaktan ziyade kökün temel anlamını yansıtır şekilde" daha üstün, daha güçlü, daha yüksekte olmayı" ifade ediyor. Böylelikle ahlaki olmayan bir ortaklık ile dünya üzerindeki toplumların sırf yeryüzünde daha güçlü, daha üstün olmak için diğer bütün ilkeleri, yasaları çiğneyerek işbirliği yapmalarının önüne geçiliyor. Tarihi süreçte doğal olarak bir araya gelmiş, kaynaşmış, birlikte yaşamaya alışmış topluluklar ayette örgüsü kuvvetlice işlenmiş, her alanda ilmek ilmek birbirleriyle bağlanmış örgüye benzetiliyor. Bu yüzden yüzyıllar içinde oluşmuş bu yapıyı sırf içlerinden bir kısmını diğerlerinden "daha üstün, daha güçlü kılmak" için bozmayın, yeniden kendi isteğinize göre bir araya toplamak için dağıtmayın diyor Rabbimiz. "El ard" olarak bütün yeryüzünde hangi toplumun nerede barınacağını, hangi insanların hangi insanlar ile bir araya gelip kaynaşacağını, bütün bu tarihi, sosyal, ve kültürel süreçleri belirleyen Rabbimiz Allah'tır. O'nun sünnetullahı çerçevesinde bir araya gelenleri yakın hayatın aşağı, değersiz hazlarına ulaşmak için biz insanların bozmaya, dağıtmaya çalışmamızdan bahsediyor ayet. Örneğimizden hareketle 70'li yıllarda adada yaşananların temelinde bu ayetteki emre uymamak olduğunu düşünüyorum. Lisanları, renkleri birbirinden farklı toplumlar olmamız yakın hayatın tutku ve kuruntularını amaç edinerek birbirimize karşıt olmamızı gerektirmez. Aksine büyük bir yapbozu oluşturan ve ancak bir araya geldiğinde en güzel görüntüyü oluşturan farklı özellikteki parçalar olabiliriz.
Burada ilk bölümü bitirelim. İniş sırasına göre kavramın geçtiği ayetleri incelemeye inşaAllah 2. bölüm de devam edelim...
Kaynakça
1: Ragıp El İsfahani Müfredat Yusuf Türker Çevirisi S: 592
2: Ragıp El İsfahani Müfredat Yusuf Türker Çevirisi S: 1554
3: Ragıp El İsfahani Müfredat Yusuf Türker Çevirisi S: 848
4: Ragıp El İsfahani Müfredat Yusuf Türker Çevirisi S: 486
5: Ragıp El İsfahani Müfredat Yusuf Türker Çevirisi S: 1421