Rahman suresi 1, 2; Rahman! Kur’an'ı öğretti.
Kime ve nasıl? İnsana mı? Ama sonraki ayette "insanı tasarladı" diyor. Daha oluşturulmamış, ortaya çıkıp görünür olmamış insan nasıl öğrenmiş Kur’an'ı? Sonra güneş, ay, gökyüzü, yeryüzü hepsinden bahsediyor sure. En başta öğretti demişse madem niye sadece insana olsun ki. Ayırmamış ki onları birbirinden hepsi bir bütün gibi bahsetmiş. Sonra hepsini aynı özden; sudan oluşturdum diyordu zaten. Hepsi aynı şeyden oluşmuş farklı şeyler. Hepsine bir isim vermiş. Yalnız bu isim mevzusunda iki grup var özel olarak yan yana birlikte söylemiş. ”İnsan” ve “Caan” Dur ama bir dakika. Yine dağılacak konu. Rahman Kur’an'ı öğretti demişti. Madem kime öğretti anlayamadık, o zaman nasıl öğretti onu düşünelim. Belki de bildiğimiz
gibi değildir. Yani öğretti diyor evet, ama Rahman öğretti başkası değil. Biz olsak, şu "şaşar olan beşerler" yedi yaşına girince sabah daha güneş doğmadan uyandırır, iki lokma ağzına tıkıştırıp kendisinden daha büyük çantasını sırtına takar, koştura koştura okula götürürüz. Okulun bahçesi geniş, bir alay öğrenci olsa hepsini tek sıra, yan yana dizer sıcak soğuk demeden milli marş okuturuz. Hac kavramı ile ilgili ayetler vardı hani mealde: “atalarınızı anar onları hatırlar gibi” diyordu. Hakikaten daha o yaşta atalarımızı hatırlıyoruz. Her hafta başında hem de gür sesle. Sonra kara tahta önünde tozlu tebeşirlerle haftanın beş günü aylarca aynı şeyi sürekli tekrar ettiririz. Ki öğrensin çocuk. İnsan unutan varlık demekti ya bir anlamda. Bak işte bunu iyi bellemişiz, farkındayız sürekli tekrar ettirerek unutmamaya, aşama aşama öğretmeye çalışıyoruz. Talim ettiriyoruz yani. Değil mi, talim kelimesi de bu kökten türemiş Türkçeye de geçmişti. Ayette de aynı formda kullanılıyordu zaten. İyi de hem insan, hem gökyüzü, yeryüzü, nasıl öğrenmişler? Hem de Kur’an'ı o kadar sure, o kadar ayet. Ezberlemişler mi. Yok yok. O kadar ezberleyen var şu dünyada Kur’an'ı ama hiç öğrenememişler. Bence böyle bir şey değil, böyle olmamalı. Hem hadi insan okudu. Ağaçlar nasıl okuyacak. Peki ya yıldızlar. Gökyüzü, yeryüzü öğrenmiş ise belki de Kur’an'ı yanlış anladık biz. Rahman Kur’an'ı öğretmişti. Sadece iki kapak arasında, harflerden oluşan belli bölümlere ayrılmış sıradan bir kitap değil demek ki. Hem öyle olsaydı bizim yazdıklarımızla aynı olmaz mıydı. Hiç öyle olur mu? Evet! Cevap burada. Hiç alemlerin Rabbinden gelen bir kitap bizim kitaplar gibi olabilir mi? Bizim anlamlandırdığımız gibi yani. Ulusal ideolojileri öğrenmek için okulda, sonra metroda vakit geçsin diye ellerinin arasında gezdirdiğin, başı ve sonu olan süslü bir kapak resmi, bin bir türlü hikayeler anlatan hayal ürünü şeyler çoğu. Hepsi insan zihninin ürünü. Yani kusurlu, eksik ve hiçbir zaman bütün insanlığa aynı anda aynı dille cevap veremez. Aslında önceki vahiyler de var nihayetinde. Onlar da aynı dil ile Kur’an'ın diliyle yazılmışlardı. "Sami diller" ailesinden İbranice de Aramice de tıpkı Arapça gibi belli işaretlerin yan yana gelmesinden oluşuyordu. Hepsinin orijinalinde "hareke" dediğimiz birlikte bulundukları harflere/işaretlere belli bir telaffuz ile bir anlam veren takıları yoktu. İyi de nasıl okunuyor bu kitap? Bir dergide okumuştuk hani yine bu “alleme” fiilini örnek vermişti. Bu fiili oluşturan üç harf vardı “ayn lam ve mim”. Üçünü yan yana yazmış ama harekelerini koymamıştı. "Kur’an'da da aynen böyle yazıyor" diyordu. Sonra ona farklı harekeler koyduğunda üç harf hiç değişmediği, aynı sıra ile yan yana durdukları halde "anlamın" nasıl değiştiğini gösteriyordu. "Alime" , "ullime", "ilmun." Her hareke kelimeye farklı bir yön veriyordu. Peki Kur’an'ın orjinalinde bu harekelerin hiçbiri olmadığına göre orda ne yazdığını nasıl anladılar? Camilerde küçücük çocukları yere oturtup gırtlaklarından çıkarmaya çalıştıkları o sesler, o telaffuz. Bunu mu anlatıyor yani o harekeler. Yaz tatillerinde beni de gönderirdi ailem. Mahallenin camisindeki müezzin "senin dilin peltek sen Kur'an'ı kolay okursun" demişti. Okudum da. Bütün harfleri öğrendim. Üstün, esre, ötre ve meşhur peltek se. Defalarca okumuştuk ama hiçbir şey anlamamıştık. Anlamamız gereken yerlerini Türkçe ayrıca anlatıyordu müezzin. Demek ki mesele anlamak. Zaten harekelerde orijinalde yazan kelimeye uygun okunuşu böylece uygun anlamı vermek, onu yansıtabilmek için kullanılıyor. "Kıraat" de bu demekti zaten. Kur’an kelimesi ile aynı kökten türemiş. Daha Kur’an'ın ilk inen suresinde Rabbimiz “kusursuz bir orantı ile tasarlayan Rabbinin seni tasarladığı düzeniyle kıraat et” diyordu. Meallerde “oku” yazıyor. İyi de harekesiz bir metni anlamadan nasıl okuyabilirim ki. ”Alime” mi diyeceğim yoksa “ullime” mi ya da “ilmun” mu. Hepsi farklı bir anlama evriliyor. Önce ne yazdığını anlamalayım ki sonra ona uygun okuyayım. Yani kıraat edeyim. Demek ki kıraat etmeye “okumak” demek yanlış. Yani ben şimdi İngilizce bir metni pekala okuyabilirim, ama bu onu anladığım manasına gelmez. Anlamam için o harflere yüklü olan "anlamların" ne olduğunu bilmem gerekir. Sonra onları belli bir düzenle, kurallı bir şekilde bir araya getirir ve anlama ulaşırım. O halde Alak suresindeki “ikra” emri yani kıraat etmek “okumayı” değil “anlamayı” emrediyor. "Halkeden Rabbininin ismiyle anla". Yani Rabbimiz nasıl "halkediyor" ise o şekilde bir araya getir de anla. Bunu yapabilmem için de öncelikle Rabbimin nasıl "halkettiğini" anlamam gerekmez mi? Kur’an'ın bana ilk emri onu sadece telaffuzuna uygun olarak okumayı değil onun aracılığıyla hem beni hem dağları, gökyüzünü, yeryüzünü, insanı, caannı "halkeden" Rabbimin nasıl "halkettiğini" anlamam. Zaten bir sonraki ayette "insanı alaktan halketti" diyordu. Hemen kendi kendini açıklıyor. ”İkra” “anlamak” ise aynı kökten gelen “Kur’an” ismi de “anlaşılan, anlam veren, kısacası anlam” demek. Ve Kur’an'da yine Rahman suresinde anlatıldığı gibi gökyüzü, yeryüzü, insan, caan, ağaçlar, yıldızlar kısacası her şeyden bahsedildiğine göre; o halde Kur’an “her şeyin anlamı” olmaz mı. Ve bu bakış açısı ile her şeyden önce ilk ayette "Rahman Kur’an'ı öğretti" demek "Rahman her şeye bir anlam yükledi" demek olmaz mı. Evet aynen öyle olur. Bu yüzden en başta söylüyor Rabbimiz. Önce her şeye kendi anlamını, fıtratını, doğasını yüklüyor. Yani henüz içinde insan dahi yokken bu dünyada algıladığımız ne varsa onlara kendi anlamlarını kodluyor. Talim ederek; aşama aşama zamanla her şey kendi anlamını yükleniyor. Sonra insanı "halkediyor." Yani "kusursuz bir orantı ile tasarlıyor." Bunu da nerden mi çıkardım. Aslında aynaya bakmanız yeterli ama neyse, önsöz dediğin çok uzun olmaz. Sonrası diğer yazılarda inşaAllah.